TOKATLI ŞEYHÜLİSLAMLAR


osmanli_armasi TOKATLI ŞEYHULİSLÂMLAR

A.     Turan ERDOĞAN

                                                                                                             İlahiyatçı-Araştırmacı

            Tokat’ın yetiştirdiği ender şahsiyetlerden söz etmeden önce bu güzel cennet köşesini kısaca tasvir etmek yerinde olur diye düşünüyorum. Bahis konusu Tokat olunca herkesin abanarak şemsiyesi altına girdiği renklerin şahı, aklın, bilincin ve kutsalın rengi olan yeşil rengi ile Tokat’ı zihinlerde konuk etmek isterim.  Almus Barajında mayalanan yeşilin tüm tonlarının süzüle süzüle Yeşilırmak’a dönüştüğünü görmenin hayalini de tanıma eklemek gerekir. Bu nehrin Tokat’ı baştanbaşa nazlı nazlı akarak kendi büyülü dünyasına, suyun derûnî âlemine taşıdığından bahsedersek sanırım tanıma en güzel katkıyı sunmuş oluruz. Çünkü bu efsunkâr renk insana güven, huzur ve istikrar verir. Tokat’ı saklı bir cennete benzeten seyyahları herhalde bu renk cümbüşünün hâkim rengi etkilemiş olacak ki; Tokat’tan söz ederken hep bu şehir huzurun ve güvenin hâkim olduğu olgun ve kâmil insanların mekân tuttuğu bir diyar diye kayıtlara geçirilmiştir.

Tokat, büyük Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî’nin hayırlı ve bereketli duasına mazhar olmuş bir özel şehirdir. “Âlimler Konağı, Fazıllar Yurdu ve Şairler Yatağıdır…”

            Evliya Çelebi’ ise Seyahatname’sinde Tokat’ı şöyle anlatır;

“Bu havası hoş şehrin dört tarafında, bahçe ve bostanlar içinde sular akar. Bu bahçelerde bülbüllerin ötüşü, insan ruhuna sefa verir. Meyveleri lezzetli ve latif olup, her tarafa hediye olarak gönderilir. Her bağında birer köşk, havuz, fıskiye ve çeşitli meyveler bulunur. Halkı zevk ehlidir. Gariplerle dostturlar; kin tutmaz, hile bilmez, deryadil, haluk, selim ve halim insanlardır. Herkese iyi zanda bulunurlar. İyi geçinirler, hayırlı yapılar yaptırmaya hevesleri çoktur. Camii, saray, köşk ve imaretleri o kadar güzel ve metin olur ki, buralara girenler hayran olurlar. Şehir genişlik ve çok ucuzluk bir yer olup dünya yüzünde eşi yok gibidir. Yılın her zamanında halkının nimetleri boldur.”

Ayrıca Tokat, Avrupa Üniversitelerinde yüzlerce yıl tıp kitabı olarak okutulan İbn-i Sina’nın  “Kanun” adlı eserini ilk defa Türkçeye kazandıran Hekim Mustafa’nın şerhidir. Bükreş’te divan kâtibi olarak bulunduğu dönemde âşık olduğu Romanyalı bir kızın Hıristiyan olması teklifi karşısında “Kırk Yıllık Kâni Olur mu Yani” diye cevap veren mizah ustası Ebubekir Kâni’nin diyarıdır.

Her seher vakti,  altı asırdır Ali Paşa Camii’nin minaresinden yayılan davudî ezan sesi Ulu Cami ve Takyeciler’in ses tınısı ile birleşerek gönül iklimine sağanaklarını indirip kalenin burçlarında yankılanır.  Gıj gıj Baba’ya, Hac Dağı’na selam ve dua demetlerini ay yıldızlı bayrakla nazlı nazlı salınarak ulaştırmaya çalışır. Çamlıbel’den, Yıldız Dağı’ndan esen sert rüzgârların salvoları Topçam Dağı’nın güçlü direnci ile sakinleştirilir.

Tokat bu özel hasletlerinin gereği olarak Osmanlıya 6 tane de Şeyhu’l İslam kazandırmıştır. Bu özel iklimde, dualara mazhar olmuş bu topraklarda oturmanın zekâtını da böylece îfa etmiştir.  Bu girizgâhtan sonra şimdi kayıtlara düşen Tokat’lı Şeyhu’l İslamları ve Osmanlıdaki bu özel makamı tanımaya çalışalım.

Şeyh’ul İslam, Osmanlılarda en yüksek payeye ulaşan “din âlimi” olup, Şeyh’ul İslâmlık da o âlimin ifa ettiği yüce din makamının adıdır. Bu unvan, Osmanlı devlet kadrosuna Yıldırım Beyazıt devrinde Molla Fenâri Mehmed Şemseddin efendinin tayin edilmesi ile başlar.

Fetva verme ehliyetine sahip en üst seviyedeki resmi yetkili demek olan bu makamın sahibi, zatlar, İslam’ın intişarından itibaren mevcud olup, Osmanlılara kadar çeşitli isimler altında bu yüce görevi ifa etmişlerdir.

1424 yılında Molla Fenari’nin tayininden, son Şeyh’ul İslam’ın azil tarihi olan 1924’e kadar 131 tane Osmanlı Şeyh’u1 İslâm’ı gelmiş geçmiş, bunlardan bazıları aynı makama birkaç defa azlolunup tekrar getirilmişlerdir.

            Altı asırlık Osmanlı döneminde bu yüce din makamına Tokat altı tane Şeyh’ul İslam vererek tarihteki yerini almıştır. Bu âlimlerimizden her birisinin ünü milli sınırlarımızın en ücra köşelerine kadar ulaşmış, bunlardan Molla Hüsrev ile İbni Kemal Paşa, Osmanlı cihan Devletinin kemikleşip yücelmesinde ve cihan devletini hakkıyla ifâ etmesinde unutulmaz hizmet vermiş ve te’sir bırakmış kimselerdir. Muid Ahmed Kazâbâdi ile Kadızade Mehmed Tahir Efendi ise Osmanlı Devletinin, çeşitli fitne ve entrikalarla siyasi zelzeleler geçirdiği bir devirde, devletten ve meş’ruiyyetten yana olarak istikrar unsuru olmuşlar, İmparatorluğun yıkılmaması için manevi payandalık görevini yerine getirmişlerdir.

             Hacı Kara Halil ve Mustafa Sabri Efendi devirleri, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılma dönemine ve hatta son demlerine rastladığından, zamanın çalkantıları arasında kalmışlar, seleflerinin gösterdikleri yararlıkları gösterememişlerdir. Böyle olmakla beraber bu iki zat’ın ilmî seviye ve seciyelerinin de yüksek olduğuna şüphe yoktur.

ŞEYH’UL İSLÂMLARIN DEVLET PROTOKOLÜNDEKİ YERİ

Osmanlı devlet idaresinde iktidar Padişah, Sadrazam ve Şeyh’ul İslam üçlüsü tarafından temsil edilmekte idi. Sadrazam’ı olduğu gibi, Şeyhülislam’ı da padişah tayin ederdi. Sadrazam, Vükela Heyeti’nin, şeyhülislam da  “Ulemanın, yâni kadıların, müftilerin ve müderrislerin başı idi.

Sonuç olarak: Osmanlı idaresinde Sadrazam olmak için yüksek tahsil aranmadığı halde Şeyhülislam olmak için medreselerin en yükseğini bitirmiş olmanın şart sayıldığı görülmektedir ki, Osmanlıların, Şeyhülislamlık makamına verdikleri değeri belirtmesi bakımından çok önemlidir.

I

MOLLA HUSREV


            Fatih Sultan Mehmed devri şeyhülislamlarındandır. Fatih’in babası II. Murad devrinden itibaren fazilet ve kemali ile kendisini belli etmiş müstesna bir âlimdir. Bazı kaynaklarda Sivas doğumlu olduğu gösterilmekte ise de, Varsak adlı bir Türkmen kabilesine mensup olup Sivas – Tokat arasında ve şimdiki Tokat il sınırları içerisinde bulunan Kargın köyünde dünyaya gelmiştir.  Doğum tarihi kesin bilinmemekle beraber, 1480 tarihinde vefat ettiği kayıtlardan anlaşılmaktadır.

Genç yaşta Edirne’ye gelmiş, devrin ilim otoritesi sayılan Haydar Herevi’nin derslerine katılmış, yüksek tahsilini burada tamamlamış, ayrı yerde müderris olmuş, Edirne kadılığına getirilmiş, Kadıasker tayin edilmiş, Fetihten sonra Hızır Bey’i takiben ikinci İstanbul Kadısı olmuştur.

            II. Murad devrinde olduğu gibi, Fatih devrinde de itibarı devam eden Molla Hüsrev, Fatihin yetişmesinde aktif görev almış, Şehzadeliği sırasında birlikte Manisa’ya gelmiş, yine birlikte Edirne’ye dönmüş, saltanatı süresince Sultanın yanından ve yardımından hiç ayrılmamıştır.

Fatihin yetiştirilmesine yarış halinde katılan birçok âlim arasında Akşemseddin’in, Molla Güranî’nin ve Molla Hüsrev’in yeri müstesnadır. Âlimlere son derece saygılı olan Fatih, Molla Güranî’yi her gördüğü yerde elini öper Molla Hüsrev’i görünce -Camide bile olsa- ayağa kalkardı.

Osmanlı ilim ve irfan hayatına nice âlim ve eser bırakan Molla Hüsrev’in bu yüce makamdaki hizmet süresi 20 senedir. Devrin Mantık ve Matematik otoritesi olan Nasırüddin-i Tusî’nin bu ilimlerdeki farsça yazılı kaynak eserlerini Fatihin emri ile Türkçeye çevirip, Fatih medreselerinde bizzat tedris etmiştir.

İsminin anıldığı yerde ve bahse konu olunca, Fatih’in onun için “Devrinin Ebû Hanife’sidir” demesi her şeyi ifade için yeter sanırım.

II
İBNİ KEMAL PAŞA

Osmanlı Türklerinin yetiştirdiği en büyük âlimlerden birisi olan İbni Kemal Paşa 1468 yılında Tokat’ta doğdu. Bazı kaynaklar Edirne’de doğduğundan bahsetmekte ise de, babasının Edirne’de memuriyeti dolayısı ile çocuk1uğunun önemli bir kısmını orada geçirmesi, Edirne’de doğmuş olacağı kanaatini yaymıştır.

            Önce askerlik mesleğini seçen, sonra âlimlerin daha itibarlı olduğunu görünce ilmiye’ye intisap eden İbni Kemal Paşa, kısa zamanda ilmiye’de şöhret olup kendisini göstermiştir.
Önce Edirne medreselerinde, daha sonra: İstanbul medreselerinde müderris olup talebeler yetiştirmiş, muhtelif konularda birbirinden değerli 300 kadar eser vermiştir. Zembilli Ali efendinin vefatı üzerine 1526 tarihinde Şeyh’ul İslam olan Ahmed Şemseddin Efendi, vefatına kadar, sekiz sene bu yüksek makamda kalmıştır.

İbni Kemal Paşa’yı Şeyh’ul İslam olmanın yanında, her hususta Yavuz Sultan Selim ile beraber ve onun sadık bir danışmanı olarak görmekteyiz. Daha sonra hizmetinde bulunduğu KANUNÎ devrinde de idareye ağırlığını koymuş ve bilhassa Kanuni’nin İran’a yapacağı sefere rehberlik etmiş, İran Şahı Tahmasb’a yazılan mektupları bizzat kaleme almıştır. Yaşadığı devirde bütün âlimlerin seviyelerini aştığı, hepsinin üzerinde bilgi yüceliğine eriştiği, gerek ilmî, gerek dinî ve gerekse askeri konularda kendisine götürülen her müşkülü hallettiği ve fetvaları ile herkesi memnun bıraktığı için kendisine ‘insan ve cinnîlerin müftisi manasına gelen Müftissakaleyn unvanı verilmiştir. Bu unvanın kendisinden sonra birde Ebüssuud efendiye verildiğini görmekteyiz.

III
MUID AHMED KAZABADÎ

Osmanlı Şeyhülislamlarının 30 uncusu olan Muid Ahmed Kazâbâdî Kazâbâd’da dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi tesbit edilemeyen Ahmed efendinin babasının adı Mehmed’dir.          Kazâbâd, Tokat’ın Turhal kazasına bağlı nahiye olarak Pazar ile bağımlı ve yakın bir tarihe kadar Dimorta olarak bilinen birtakım yerlerin isminin değiştirilip Türkçeleştirilmesi sırasında Üzümören olarak değişen ve halen bir kasaba merkezi olan yerin adıdır.

Kasabanın çok eski bir yerleşme yeri olduğu tarihî kalıntılardan anlaşılmakta olup, Müslümanların bölgeyle birlikte bu yere girişi de hicrî 90 lı yıllara kadar uzanmaktadır. İlk gelen Müslümanların bu kasabaya önce Kariye-i Kefere, bir müddet sonra Nahiye-i Cebel, dedikleri, daha sonra Dimorta olarak değiştiği ve yerleştiği eski kayıtlardan anlaşılmaktadır.

Kaynaklar, Muid Ahmed Kazâbâdî’nin tahsiline doğum yeri olan Kazâbâd’da baş1adığını, Tokat’ta devam ettiğini ve Sivas’ta tamamladığını göstermektedir. Genç yaşta İstanbul’a gelen Kazâbâdî, evvelki bildikleri ile yetinmeyip, tahsiline orada da devam ederek devrinin mühim âlimlerinden faydalanmasını bilmiş ve İmparatorluğun karmakarışık devri olan IV. Sultan Murad devrinde memuriyet hayatına atılarak kısa zamanda önemli memuriyetlere terfi ettirilmiştir. H. 1035 yılında Şam, 1039 yılında Mısır, 1043 yılında Edirne kadılıklarında bulunduğunu görüyoruz. 1045 yılı İstanbul Kadısı oldu. 1047 yılında da Anadolu Kazaskerliğine getirildi.

Devrin entrikalarına karışmayan ve üzerine aldığı görevi her zaman ciddiyetle sürdüren Ahmed Efendi, bir ara muarızlarının gammazlaması ile IV. Murad tarafından Belgrad’a sürgüne gönderilmiş ise de tekrar görevi başına döndürülüp, 1049 yılında Rumeli Kadıaskerliğine getirilmiştir. Üç sene bu görevi sürdürüp, daha sonra azledilmiş, 1055 senesinde payelerin en yücesi olan Şeyh’ul İslamlığa getirilmiştir. Bundan sonra vefat tarihi olan 1057 senesine kadar iki sene müddetle bu ulvî görevde kalmıştır. IV. Murad devrinde başlattığı bu disiplin ve titizliğini, daha sonra saltanat makamına gelen Sultan İbrahim devrinde de terk etmemiştir.

Onun hizmet devri, Osmanlı Devletinin bilhassa Saray Entrikaları bakımından fıkır fıkır kaynadığı bir zamana rastlar. Gerek Kösem Mah’peyker Sultan, gerekse Cinci Hoca, Muid Ahmet Efendiyi bildiği ve inandığı yollardan saptıramamış ve kendisine hiç bir suretle tesir edememişlerdir. İdareyi yozlaştıranlara karşı bir şey yapamamanın buruk1uğunu yakın bildiklerine şu cümlelerle ifade ettiği tespit olunmuştur: Ah, nolaydı, İstanbul’a gelip şeyhülislam olmasaydım da Kazova mandıralarında hayvanları güderek hayatımı sürdürseydim. Belki o zaman gönlüm daha rahat, ihlasım daha kat kat olurdu.
Bu ifadeler, Kazâbâdî’nin İstanbul’da sıkıntılı günler geçirdiğini, aslında o günün İstanbul’unun sıkıntılar içerisinde kıvrandığını, her dürüst kişinin Kazâbâdî’nin yaşadığı bunalımlara iştirak ettiğini göstermektedir. Her türlü sıkıntıya ve sıkılmalara rağmen Muid Ahmed efendinin hadiselerin altında ezilmediğini, eğilmediğini de görmekteyiz. Kazâbâdî’nin bilinen altı tane eseri vardır.

IV
KADIZADE MEHMET TAHİR

104 üncü Osmanlı şeyhülislamı olan Kadızade Mehmed Tahir Efendi hicri 1160 (1747) tarihinde Tokat’ta doğmuştur. Kadı Ömer Efendi isminde bir zatın oğludur. II. Mahmud devri şeyhülislamlarından olup, Meşihattaki hizmet süresi 2 sene, 5 ay, 5 gündür.

O tarihlerde düzeni bozulmuş Yeniçeri ocağının kaldırılması için fetva verme cesareti gösteren değerli bir din ve hukuk âlimidir.

Dinî bilgilerini babasından okumuş, ayrıca zamanın meşhur âlimlerinden faydalanmak üzere muhtelif medreselerde öğrenimini sürdürüp icazet almış ve nihâyet hicrî 1196 tarihinde girdiği ruus (öğretim üyeliği) imtihanını başarılı bir şekilde kazanarak müderris (profesör) olmuştur.

Me’muriyet hayatına atılan Kadızade’yi muhtelif yerlerde kadı olarak görmekteyiz. 1818 tarihinde ise İstanbul Kadılığına getirilmiştir. 1824 tarihinde Anadolu Kadıaskerliğine, 1825 te de Rumeli Kadıaskerliğine tayin olunmuş, aynı yıl Şeyh’ul İslâmlığa getirilmiştir.

II. Sultan Mahmud devrinin en önemli hadisesi, nizam ve intizamı bozulan Yeniçeri ocağının lağvedilmesidir. Orduyu yeniden disipline etmek için her bakımdan kokuşan bu ocağın tamamen dağıtılması şarttı.

Önceleri Osmanlıyı Cihan devleti seviyesine yücelttiği halde, sonraları akıl almaz derecedeki mefsedet maskaralıkları ile devleti yıkılacak noktaya getiren yeniçeri ve ocağının kaldırılıp dağıtılmasına kesin kararını veren II Mahmud, önce bu işi başarabilecek kadroyu oluşturmakla işe başladı. Bunun için de Benderli Selim Paşa’yı Sadrazamlığa, Kadızade Tahir efendiyi de Şeyh’ul İslamlığa tayin etti. Bu önemli hadisenin devlet ve millet yararına neticelenmesinde her iki zat da Sultan’a tam destek sağlamışlardır.
Sık sık sarayı bile tazyik altında tutarak devlete ve millete korkulu günler yaşatan bu şer ocağının kaldırılması için verilen fetva, o günlerde kimsenin cesaret edemediği bir kahramanlık örneğidir.

II. Mahmud, bu çok cesur ve çok hayırlı hizmetinden dolayı Kadızade’ye Elmas Taşlı kendi yüzüğünü hediye etmiştir. Orduda kavuk yerine Miğfer giyilmesi için fetva verme şerefi de Kadızade’ye aittir. Hadise sırasında 80 yaşında olan Tahir Efendi kendi isteği ile görevinden çekilip, ömrünün kalan kısmını evinde ibadet ve istirahatle geçirmiştir. Kaynaklara göre muhtelif konularda 5 tane eser vermiştir.

V
HACI KARA HALİL

Bazı kaynaklarda: Amasyalı, bazılarında Mecitözü’ne bağlı Varay nahiyesinin Kürtköyü doğumlu olduğu belirtilen Şeyhülislam Hacı Kara Halil efendinin hicri 1219 (1804) de Turhal’ın Gülüt köyünde doğduğu kesindir. 114 üncü Osmanlı Şeyhülislamı olan Kara Halil’in Kürtköylü olarak geçmesi, Gülüt köyü ile arazileri karışık olup, her bakımdan iç içe durumdaki eski ismi Kürtköyü olan ve sonradan Çamlıca’ya çevrilip halen bu isimle bilinen köy ile karıştırılmasından dolayıdır.

Yakın bir tarihin ilim adamı olan Kara Halil, doğum yeri olan Gülüt köyünde henüz hafızalardan silinmemiştir. Babasının adı Mustafa’dır. Fakir bir ailenin çocuğu olan ve basit bir sebeple köyünden ayrılan bu zat, önce Amasya’ya gelmiş ve tahsiline burada başlamış, uzun süre tahsiline burada devam ettiği için bazı çevrelerce Amasyalı olarak bilinmesine sebep olmuştur. Daha sonra Konya’ya gelmiş, oradan da İstanbul’a gelerek tahsilini burada tamamlamıştır.

Konya’da iken, daha sonra kendisi gibi şeyhülislam olacak Ilgınlı Hasan Fehmi efendi ile tanışmış ve bu beraberliklerini hayatları boyunca devam ettirmişlerdir.

İstanbul’da müderris olarak görevini yürütürken Meşihat dairesi ile de ilgi kurup, bu ilgisini devam ettirmiş, İstanbul kadısı yardımcılığı, fetva müsevvidliği gibi hizmetlerinden sonra, evkaf müfettişliği, Ayan azalığı ve Anadolu Kadıaskerliği görevlerini de ehliyetle sürdürdükten sonra 1294 senesinde şeyhülislamlığa getirilmiş. İki seneye yakın bu yüce görevde kalmış, 1298 (1880) senesinde vefat etmiştir.

VI
MUSTAFA SABRİ EFENDİ

Mustafa Sabri Efendinin KabriSon Osmanlı Şeyhülislamı Tokatlı Mustafa Sabri Efendi’nin Kahirede’ki Kabri Fotoğraf:R. Zengin

Osmanlı şeyhülislamlarının sonuncularından, 126 ıncısı olan Mustafa Sabri Efendi hicrî 1286 (1869) yılında Tokat’ın Kat köyünde dünyaya gelmiştir. Babasının adı Ahmed’dir. İlk tahsilini Tokatta yapmış, hıfzını burada tamamlamış, daha sonra Kayseri’ye giderek orada okumaya devam etmiş ve icazet almıştır.
Genç yaşta İstanbul’a gelip ruus imtihanına girerek müderris olmuş, 22 yaşından itibaren Fatih caminde ve medreselerinde ders okutmaya başlamış, 50 kadar talebeye icazet vermiş, 1316 hicri
(1900) de müderris olarak saraya alınmış, Sultan II. Abdülhamid’in kitapçısı olmuştur. Saray müderrisliğine aralıksız 16 sene devam etmiştir. Saraydaki hizmetinin dışında 1906 senesinde Tetkik-i Müellifat üyeliğine getirilmiş, 1908 Meşrutiyet ilânında memleketi olan Tokat’tan mebus seçilmiştir. Bu tarihten sonra ilmi ça1ışmalarının yanında siyâsî çalışma1arın da içinde bu1unmuştur. Meşrutiyetle birlikte iktidara gelen “İttihat ve Terakkî Fırkası”nın karşısında yer almış, Sultan Vahdeddin devrinde ‘Hürriyet ve İtilaf Fırkası’ iktidar mevkiine geçince 1919 senesinde Damat Ferid kabinesinde şeyhülislamlığa getirilmiştir. Kısa fasılalarla 4 defa bu mevkie getirilen Mustafa Sabri’nin, şeyhülislamlık müddeti 8 ay 21 günden ibarettir.

Çetin mücadelelerle geçen görev süresini ve hizmetlerini yaşadığı günlerin şartları dikkate alınarak incelemek gerekir.

Milli Hükümetin kurulması ile yurtdışına çıkarılanlar arasında bulunan Mustafa Sabri, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Yunanistan’a geçmiş, Melik’in daveti üzerine Hicaz’a gitmiş, daha sonra Mısır’a gidip Kahire’de yerleşmiştir. Kahire’de 32 sene daha yaşayan Mustafa Sabri Efendi muhtelif konularda 4 ü Türkçe, 6 sı Arapça olmak üzere 10 adet eser telif etmiş, 1954 senesinde Kahire’de vefat etmiştir.

Kaynakça:  Tokat Sempozyumu, Osmanlı Şeyhülislâmları Bölümü(Sayfa, 497-505),Rahmi Serin

Bu yazı Genel içinde yayınlandı ve , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın